Kanser, tüm dünyada halen önde gelen ölüm nedenlerinden biri olmaya devam etmektedir ve dünya genelinde ölüm nedenleri arasında ikinci sırada yer almaktadır. Jinekolojik kanserler, kadınlarda görülen tüm malignitelerin %15’ni oluştururlar ve en sık olarak over, endometrium, serviks ve vulva kanserleri görülmektedir
25.
Bu çalışmada yer alan hasta grubu içerisinde, 24 hastada (%63.2) over kanseri, 11 hastada (%28.9) endometrium kanseri, 2 hastada (%5.3) serviks kanseri ve 1 hastada ise (%2.6) vulva kanseri tanıs mevcuttu. Yaş ortalamaları hasta grubu için 57.1±15.6, kontrol grubu için 52.5±13.1 olarak hesaplandı (Şekil 1). Gruplar arasında yaş açısından anlamlı bir farklılık tespit edilmedi.
Çalışmada yer alan gruplar arasında, boy, kilo ve BMI açısından anlamlı bir fark tespit edilmedi. Ross Harrison ve ark. 26’nın endometriyum kanseri tanılı hastalarda tedavi öncesi ve sonrası BMI ve sağlık davranışlarına yönelik tutumlar üzerine yapmış oldukları bir çalışmada, tedavi öncesi ve sonrası ortalama BMI ölçümleri sırasıyla 35.5 kg/m2 (medyan 35.0; IQR 27.0-42.3) ve 35.6 kg/m2 (medyan 34.3; IQR 28.0–42.0) idi. Schouten ve ark. 27’nın yaptıkları bir metaanalizde, toplam 12 kohort çalışmasının birleştirilmiş analizinde, boy ve BMI ile over kanseri arasındaki ilişki incelendi. Çalışmalar arasında boy veya BMI açısından istatistiksel olarak anlamlı bir heterojenite yoktu ve BMI ile over kanseri riski arasında bir ilişki bulunamadı. Kumar ve ark. 28’nın endometriyal kanserli 38 hasta ve anormal uterin kanamalı 40 hasta üzerinde yapmış oldukları bir çalışmada; yaş, boy, kilo ve BMI açısından gruplar arasında anlamlı bir fark tespit edilmedi. Bu çalışmada elde edilen sonuçlar önceki çalışmalar ile benzer şeklide olup gruplar arasında boy, kilo ve BMI açısından istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (Tablo 1).
CEA seviyeleri, endometriyum kanseri tanılı hastaların yaklaşık olarak %30'da, over kanseri olan hastaların %50'de ve serviks kanseri olan hastaların hastaların ise %60'da yüksek bulunmaktadır. CEA düzeyleri ile hastalık evresi arasında pozitif korelasyon mevcuttur 29-32. Bu çalışmadan elde edilen sonuçlarda, benzer şeklide hasta grubunda CEA ve CA-125 düzeylerinin kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı bir şekilde daha yüksek olduğunu gösterdi (Tablo 2, Şekil 2 ve 3).
Speksin, toplam 14 aminoasitten oluşan yeni tanımlanmış bir nöropeptittir ve önemli oranda insan beyaz adipoz dokusunda üretilmektedir. Ayrıca beyin, kalp, akciğer, karaciğer, tiroid bezi, adrenal bez, kas dokusu, over, testis, pankreas, mide ve gastrointestinal sistem (GİS) gibi farklı dokular ya da organlar tarafından eksprese edildiği gösterilmiştir 33. Speksinin fizyolojik etkileri henüz net olarak bilinmemektedir, fakat elde edilen sonuçlar obezite, enerji homeostazı, iştah kontrolü, tokluk, glikoz ve lipid metabolizması, yağ asidi alımı, kardiyovasküler fonksiyonlar, endokrin homeostazı, üreme ve GİS fonksiyonlar üzerinde olası bir rolü olduğunu göstermektedir 34. Speksin, geniş fizyolojik fonksiyon spektrumu nedeniyle tanısal ve terapötik bir hedef olarak potansiyel bir öneme sahiptir.
Beyazıt ve ark. 35, polikistik over sendromu (PKOS) tanısı bulunan hastalar üzerinde yaptıkları bir çalışmada, serum speksin, adiponektin ve leptin düzeylerini araştırdılar. Serum speksin seviyelerinin çalışma grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediğini bildirdiler. Yu ve ark. 36, Çinli kadınlarda leptin ve adiponektin serum düzeyleri ile endometriyal kanser arasındaki ilişkiyi inceledileri bir çalışmada endometriyal karserli hastalarda serum leptin düzeylerinin artmış olduğunu bildirdiler. Aynı çalışmada speksin düzeyleri arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Bu çalışma da benzer şekilde serum speksin düzeyleri açısından her iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığını gösterdi (Tablo 3).
KİSS-1 geni, insanlarda 6. kromozomun uzun kolunda yer alır ve 145 amino asitlik bir proteini kodlar. Kispeptin, insanlarda metastaz baskılanmasından sorumlu bir gen ve protein olarak tanımlandı ve tümör metastazını baskılayabilmesi nedeniyle metastin olarak da adlandırıldı 9. Metastaz önleyici aktivitesi, malign melanom, tiroid, over, mesane, mide, pankreas ve akciğer kanserleri gibi çok sayıda kanser türünde gösterildi 37. Kispeptin sinyal kaskadı aktivasyonunun, kanser hücresi invazynunu, metastaz gelişimini ve tümör nüksünü inhibe ettiği gösterilmiştir 38. KİSS-1 geninin karsinogenez gelişimi ile ilişkisine dair çelişkili bilgiler mevcutturç Bu çelişki KİSS-1 ve GPR54 genlerinin alternatif formlarının varlığından veya farklı epigenetik düzenlemelerinden kaynaklanıyor olabilir. Çeşitli klinik verilere göre, KiSS-1 ve/veya GPR54 ekspresyonunda azalma olması kanser hastalarında daha kötü prognoz ile ilişkili bulunmuştur. Over kanseri hastalarında düşük KiSS-1 gen ekspresyonu invazyon, cerrahi rezeksiyon sonrası makroskopik rezidüel tümör varlığı ve kötü prognoz ile ilişkili bulunmuştur 39.
Kostakis ve ark. 40)’nın yapmış oldukları bir çalışmada, KISS1 proteini mide epitel hücreleri ve bazı stromal hücrelerin sitoplazmasında gösterildi ve normal mide mukozasının, malign özellikteki mukozaya göre daha fazla KISS1 proteini ürettiği rapor edildi. Yu ve ark. 41’nın yapmış olduğu başka bir çalışmada, over kanserlerinde metastaz ve prognoz ile aldehid dehidrogenaz 1, KiSS-1 ve metastaz ilişkili kolon kanseri 1 düzeyleri karşılaştırıldı. Bu çalışmada, KiSS-1+ ekspresyonunu epitelyal over kanserli dokularında (%33.8) normal dokulara oranla daha düşük düzeylerde tespit edildi. Kohkichi ve ark. 42’nın yapmış oldukları çalışmada, epitelyal over kanserinde metastin ve G-proteinine bağlı reseptör (AXOR12) gen ekspresyonlarının prognoz üzerine etkisi araştırıldı. Bu çalışmanın sonunda cerrahi rezeksiyonu takiben rezidüel tümör varlığının, metastin ve AXOR12 gen ifadeleri ile negatif korelasyon gösterdiği bildirildi. Mevcut çalışmadan elde edilen sonuçlar, hasta grubunda serum kisspeptin düzeylerinin kontrol grubuna göre istataiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşük olduğunu gösterdi (Tablo 3, Şekil 4). Bu sonuç kisspeptinin malignite gelişmesine karşı koruyucu etkisinin olabileceği fikrini desteklemektedir.
Yapısal bir glikoprotein olan fibrillin-1, FBN1 geni tarafından kodlanan iki bölünme ürününden biridir 43. FBN1, profibrillin-1 olarak bilinen 66 ekzonlu bir proproteini kodlar. Bu proprotein, furin enzimi tararafından parçalanarak 320 kDa ağırlığındaki glikoprotein fibrillin-1'i ve yakın zamanda keşfedilen 30 kDa ağırlığındaki glikojenik hormon asprosini üretir 1,13,44. Yapılan bir çalışmada 45, asprosinin obez farelerde iştahı ve vücut ağırlığını azaltığı ve glisemik profili iyileştirdiği bildirildi. Warburg etkisi olarak bilinen aerobik glikoliz, over kanseri dahil olmak üzere birçok kanser türünde progresyonda rol oynadığı düşünülen iyi bilinen bir faktördür. Aerobik glikoliz kontrol edilebilir bir faktördür ve büyüme faktörü sinyalinin anormal regülasyonu onkogenezde tetikleyici basamağı oluşturmaktadır 46. Asprosin, bir glikojenik hormon olarak bu süreçte rol oynayabilir ve bu nedenle tümör mikro çevresinde araştırmalar için umut vaad etmektedir. Kerslake ve ark. 47’nın yapmış oldukları bir çalışmada, FBN1, asprosin ve aynı kökenli koku alma reseptörü olfaktör reseptör 4M1'in ekspresyonu değerlendirildi. Bu çalışmada 33 farklı kanser türünde FBN1'in ekspresyonu araştırıldı. Özellikle endometrium kanseri, serviks kanseri ve over kanseri gibi jinekolojik malignitelerde normal dokulara oranla daha düşük düzeylerde FBN1 ekspresyonu yapıldığı tespit edildi. Mevcut çalışmadan elde edilen sonuçlar önceki çalışmaları destekler şeklide hasta grubunda FBN 1 değerlerinin kontrol grubuna kıyasla anlamlı şekilde daha düşük olduğunu gösterdi (Tablo 3, Şekil 5). Elde edilen bu sonuç, FBN 1 ekspresyonunda azalma ile malignite arasındaki ilişki fikrini desteklemektedir.
Meteorin like peptide (Metrnl) subfatin olarakda bilinmektedir. İlk defa 2004'te Nishino ve ark. 48 tarafından tanımlandı. Anjiyogenik özelliklere sahip yeni tanımlanmış bir nötrofik faktör olup VEGF-A veya FGF-2 ile homolog özelliklere sahip olmayan yeni bir protein ailesidir. Metrnl, yetişkin fare organlarında yaygın olarak eksprese edilen bir protein olup Jak-STAT3 yolağının aktivasyonu yoluyla glial fibriler asidik protein pozitif gliaların oluşumunu teşvik etmektedir ve bu nedenle nörotrofik etkiye sahiptir. Ayrıca gliovasküler anjiyogenez üzerinde negatif bir etkisinin olduğu düşünülmektedir 49. Mirzaoğlu ve ark. 50’nın yapmış oldukları asprosin ve metrnl ile over seröz kanserleri arasındaki ilişikiyi araştıran bir çalışmada, 30 benign, 30 borderline, 30 malign ve 30 kontrol over dokusunda metrnl ve asprosin ekspresyonları araştırıldı. Çalışmanın sonunda, kontrol grubu ile benign grup arasında serum asprosin düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Benzer şekilde kontrol ve benign gruplar arasında serum metrnl düzeyleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Sonuçların istatiksel analizinde benign gruptan malign gruba doğru azalan bir eğri ortaya çıktı ve istatistiksel olarak fark anlamlı bulundu. Sonuç olarak over dokularının biyokimyasal analizlerinde, kontrol grubuna kıyasla malignite grubunda önemli ölçüde azalmış asprosin ve metrnl düzeylerinin tespit edildiğini bildirdiler. Bu çalışmada elde edilen sonuçlar, hasta grubunda serum metrnl düzeylerinin kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak daha düşük olduğunu gösterdi (Tablo 3, Şekil 6).
Bu çalışmanın bazı sınırlamaları mevcuttu. Birincisi çalışmaya dahil edilen olgu sayısının az olması, ikincisi çalışmanın tek merkezde yapılmış olması ve üçüncü sınırlama ise bazı kanser türlerinde vaka sayısının az olmasıdır.
Sonuç olarak, serum adipokin düzeyleri jinekolojik kanserlerin bazı çeşitlerinde farklılık göstermektedir. Çalışmadan elde edilen bu sonuç, literatür çalışmalarını desteklemesi bakımından önemlidir ve jinekolojik malignitelerin serolojik tanısında serum adiponektin düzeylerinin bir biyomarker olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Ancak jinekolojik malignite tanısında serum adiponektin düzeylerinin birer biyomarker olarak kullanılıp kullanılamayacağını net olarak ortaya koyamak için geniş olgu serileri üzerinde daha fazla klinik ve deneysel araştırmalara ihtiyaç vardır.